Geçtiğimiz son 5 yılda hızla değişen politika ve ekonomi gündemine bakarak rahatlıkla söyleyebiliriz ki hepimiz fosil yakıt çağının sonunun başlangıcına şahitlik ediyoruz. Son günlerde giderek düşen fiyatlarıyla birlikte neredeyse tüm dünyada güneş ve rüzgar artık elektrik üretiminin en ucuz kaynağı haline geldi. Ayrıca, elektrikli araçlara olan küresel ilgi, pillerin yağı eskimeye doğru sürüklediğini gösteriyor. Her ne kadar ülkemizde bu konuda bir teşvik ve altyapı seferberliği başlamamış olsa da Avrupa ve Amerika’nın başını çektiği bir enerji dönüşümünden bahsetmek mümkün. Devlet sübvansiyonlarından yoksun bırakılmış karbon bazlı yakıt üreticilerini, kurumsal lobicilik faaliyetlerine rağmen bozulmuş bir sifona benzetebiliriz. Enerjinin geleceği kaçınılmaz bir şekilde yeşildir ve geleceğin gelmesini bekleyecek kadar zamanımız kalmadı.

Önümüzdeki Kasım ayında birçok hükümet, 2015 Paris Anlaşması’yla konulan küresel sıcaklık artışını 1,50C'nin altında tutma hedefine ulaşabilmek için gereken yaptırımları belilrlemek üzere İskoçya'da toplanacak. Bu toplantıda alınacak kararlardan birisi olarak beklenen ve 2050 yılına kadar sıfır karbonlu dünya hedefine hizmet edecek olan yenilenebilir enerji üretimini de etkileyecek bir zirve olacak. Yapılan hesaplamalara göre sırf bu zirvede alınacak kararın etkisiyle 2030 yılına kadar küresel yenilenebilir enerji üretiminde beş kat artış sağlanacak.

Öte yandan pandemi dönemiyle birlikte sıklıkla duymaya başladığımız ekonomiyi yeniden düşünme gerekliliği devletleri ve şirketleri zorluyor. Pandemi bize gösterdi ki, 1970’lerde yaygın hale gelen makroekonomik istikrar işini tamamen merkez bankalarına devreden ve kemer sıkma takıntılı devlet modelini geride bırakıyoruz. Buna karşılık merkez bankaları, dünya genelinde bir süredir işsizliği göz ardı ederek enflasyonu kontrol etmeye çalışıyor. Bu esnada, tahvil piyasasının hükümetleri mali dürüstlük konusunda disipline ettiği ve edeceği varsayıldı. Ancak, ABD’nin Biden yönetimiyle birlikte gündeme gelen “bir nesilde bir kez” harcama planları, bir paradigma değişikliğinin yolda olduğunu gösteriyor. Bu durum hükümetlerin maliye politikaları aracılığıyla finansal planlamalarda tekrardan sürücü koltuğuna oturacağı şeklinde yorumlanabilir. Bunun makroekonomi yönetiminin daha demokratik ve sürdürülebilir olacağı şeklinde yorumlanması erken bir kutlama olabilir. Makroekonomik paradigma değişiminin en büyük testi, ekonomilerimizi karbondan arındırma konusu olacak gibi duruyor.

Düşük karbona geçişi sağlamanın temelde iki yolu var: devletin doğrudan veya finans sektörü aracılığıyla adım atması. Yeşil ekonominin inşası için gerekli olduğuna inanılan yeşil devlet yaklaşımı benimsenebilir. Peki nedir bu yeşil devlet? Yeşil altyapı ve endüstrilere yapılan büyük kamu yatırımlarını önceliklendiren ve finansmanını sağlayan devlet yapılarıdır. Ancak bu durum özel sektör oyuncuları ve finans kuruluşları tarafından hala yüksek riskli olarak değerlendiriliyor.

Kasım ayındaki zirvede konuşulması beklenen gündemlerden birisinin de yukarıda bahsettiğim düşük karbona geçişin finansman süreci olması bekleniyor. Devletin maliye ve merkez bankası yapıları aracılığıyla fiyatlamaya etki ederek özel sektörü bir nevi zorlaması fikri burada ön plana çıkıyor. Bu senaryoda devlet, yeşil ekonominin içinde daha küçük bir rol oynarken; şirketleri yarattıkları kirlilik için ödeme yapmaya zorlayarak veya sürdürülebilirlik faaliyetlerini teşvik ederek bir dönüşüm hedefliyor. Örneğin, Almanya yakın zamanda benzin, motorin, kalorifer yakıtı ve gazda bir ton karbon emisyonu başına 25 € (~260 TL) vergi düzenlemesi getirdi. Toplamda 18 Avrupa ülkesi karbon emisyon değeri üzerinden şirketlerden vergi alıyor. Daha yüksek karbon fiyatlarının, üreticileri ve tüketicileri yeşil enerjiye geçmeye teşvik etmesi bekleniyor. Finans kuruluşlarının da bu geçişin gerektirdiği parayı ucuz olarak vermesi bu sayede kolaylaşacak.

Buna somut gösterge olarak 2015 Paris Anlaşması’ndan bu yana yeşil yatırımlardaki özel sektör payının artışı gösterilebilir. ESG (Çevresel, Sosyal ve Kurumsal Yönetişim) varlıklarında şu anda dünya genelinde 30 trilyon dolarlık bir yatırım var. Merkez bankalarının faaliyetlerini karbondan arındırma ve karbon yoğun faaliyetlere yönelik sübvansiyonları azaltma yönünde hareket etmesiyle yeşil yatırımların hızlanması bekleniyor. İngiltere Merkez Bankası'nın planlarına, şirketlerin zaman içinde karbondan arındırma taahhütlerini yerine getirmemesi halinde, karbon finansörlerini cezalandırmayı dahil etmesini örnek olarak verebiliriz. Burada ülkemizden örnekler vermek isterdim ancak maalesef daha önceki yazılarımda da değindiğim gibi Türkiye olarak bu konuda gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin çok gerisinde kaldık.

Son zamanlarda dünya genelinde artan sürdürülebilirlik hassasiyetinin arkasında, devletlerin özel sektör finansörlerini kucaklama stratejisi yer alıyor. İskoçya’daki zirve öncesinde finansörlerin ESG konularındaki telaşında da bunu görebiliriz. Her ne kadar özel sektör tarafından yapılan pek çok faaliyet sadece yeşil yıkamadan ibaret olsa da, küresel varlık yöneticilerinin yeşil yatırımlara yönelik yaklaşımları üzerinde etkisi olacaktır. Önümüzdeki dönemde devletlerin ve özel finans kuruluşlarının yeşil ekonomi yatırımlarına ayıracakları payların giderek hızlanacağını söyleyebiliriz. Türkiye olarak küresel finansman kaynaklarından daha etkin yararlanmak için yeşil yatırımlarda kendimizi ön plana çıkartmamız hem kısa hem de uzun vadede yarar sağlayacaktır.

Türkiye’de son günlerde ön plana çıkan sürdürülebilirlik gündemleriyle ilgili birkaç not düşmek isterim:

  • Greenpeace Akdeniz’in yoğun çabaları sonrası Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın plastik atık ithalatına getirdiği yasak, bu alanda faaliyet gösteren kurumların baskıları neticesinde kaldırıldı. Topraklarımız gelişmiş ülkelerin plastik çöplüğü olmaya devam edecek.
  • Türkiye’deki partilerin hiçbirinin tüzüğünde yeşil dönüşüm ile ilgili somut bir program yer almıyor. Bu konuda faaliyet göstermek üzere kurulan Türkiye’nin Yeşilleri hareketiyse İçişleri Bakanlığı’ndan yaklaşık 10 aydır belge bekliyor.