Küresel iklim krizine yönelik bugüne kadar düzenlenen en geniş katılımlı zirve geçtiğimiz hafta İskoçya’da başladı. 140 ülkenin devlet liderlerinin, iş insanlarının ve sivil toplum kuruluşu temsilcilerinin katıldığı COP26 zirvesinde alınan kararlar gün yüzüne çıkmaya başladı. Ülkelerin 1.5 santigrad derecenin üzerindeki sıcaklık artışını önlemeye yönelik atacağı adımlardan oluşan taslak metinde ekonomiyi ve istihdamı doğrudan etkileyecek pek çok karar yer alıyor. Ancak 7 sayfalık taslak metinde en çok vurgulanan başlığın finansman kaynaklarının dağıtımıyla ilgili olduğunu söyleyebiliriz. Özellikle gelişmiş ülkelerden gelişmekte olan ve gelişmemiş ülkelere doğru karbon emisyonunu azaltmaya ve yeşil ekonomiyi desteklemeye yönelik finansman kaynağı aktarılması konusunda uyarılar yer alıyor.
Bir aksiyon listesinden daha çok bir mutabakata benzeyen COP26 Zirvesi taslak metni çok uzun vadeye odaklandığı için bilim insanları ve aktivistler tarafından eleştiriliyor. Bunun en büyük sebebi sanırım hedeflerde 2040 ve 2050 yıllarının sıklıkla vurgulanması. Öte yandan metinde karbon emisyonunu 30 yıl içerisinde düşürmek için ilk 10 yılda yapılması gerekenlerin somut olarak belirtildiği söylenemez. Fosil yakıt üretimini azaltmak amaçlı elektrikli araç kullanımı ve yenilenebilir enerji kaynaklarına yönelik teşviklerin artması dışında hiçbir somut öneri yok. Hatta, petrol, doğal gaz, kömür gibi fosil yakıtların kullanımının azaltımı çağrısına yönelik Okyanusya, Batı ve Kuzey Avrupa dışındaki ülkelerin yazılı taahhüdü bile bulunmuyor. Uzun lafın kısası, devletler yeni finansman kaynağı olarak gördüğü sürdürülebilirlik konularında gerçek adımlar atmaya henüz hazır olmadıklarını göstermiş oldu.
Öte yandan, Türkiye’nin Paris İklim Anlaşması’nı mecliste onaylaması ve 2053 yılına kadar karbon salınımını azaltmaya yönelik taahhütleri, başta Avrupa finans çevrelerinde olmak üzere pek çok kuruluşta heyecan uyandırdı. Köklü özel sektör oyuncularının öncülüğünde Türkiye’ye ucuz kredi girişi için bu adım yeni bir fırsat doğurdu. Ancak, mevcut hükümetin bu konuda atacağı adımları detaylı bir şekilde paylaşmamış olması ve uluslararası arenada ekonomi açısından kaybettiği güvenilirliği sebebiyle potansiyelimizin çok altında yatırım ve ucuz kredi alıyoruz. İhracattaki büyümeyi kalıcı hale getirecek yeşil finansman odaklı çalışmalara hükümet ve özel sektör tarafından bir an önce başlanması gerekiyor.
Küresel iklim krizi işverenler açısından, özellikle enerji ve lojistik alanlarında yeni fırsatlar ve tehlikeler doğururken; bir yandan da çalışanları etkiliyor. COP26 zirvesi taslak metninden yola çıkarak değerlendirecek olursak, önümüzdeki 10 senede tabiri caizse yeşil işlere yönelik talep artacak. Fosil yakıtlara dayalı sektörlerde ortaya çıkacak atıl iş gücünün yeşil işlerde önceliklendirilmesi devlet politikası haline gelebilir. Düşük nitelikli işlerde bu şekilde bir dönüşüm sağlanmazsa ülkelerin yüksek nitelik gerektiren işlere odaklanması zorlaşacaktır. Zira, en önemli etki yaratacak işlerin bilim dünyasında ve özel sektörün Ar-Ge çalışmalarında ortaya çıkması bekleniyor. Karbon sıfır binaların üretiminden lojistikte elektrikli araç kullanımına kadar pek çok alanda mevcut teknolojilerin ve yatırımların maliyetleri çok yüksek. Bu maliyetleri azaltmanın yolu sadece ucuz finansman kaynağıyla değil bilimsel çalışmalarda küresel iklim krizine yönelik araştırmalara öncelik verilmesiyle mümkündür.
Dünyada ve ülkemizde özel sektörün yeşil ekonomiye yönelik Ar-Ge harcamalarıyla ilgili birkaç veriye bakalım:
- Yeşil ekonomi denince ilk akla gelen enerji sektöründe, yenilenebilir enerji kaynaklarına yönelik Ar-Ge harcamaları %61’lik bir paya ulaştı. Bu oran 20 yıl öncesinde %25’in altındaydı. Türkiye’de ise bu oran sadece %6 seviyesinde.
- Türkiye yenilenebilir enerji alanında önemli bir potansiyel barındırırken, bu alanda yapılan Ar-Ge çalışmaları maalesef yetersiz kalıyor.
- Çevresel etkiye yönelik Ar-Ge harcamaları OECD ülkelerinin toplam Ar-Ge harcamalarının sadece %2’sini oluşturuyor.
- Yeni Zelanda özellikle tarım ve enerji alanında yaptığı Ar-Ge çalışmalarıyla diğer ülkelerden ayrışıyor. Çevresel etkiye yönelik Ar-Ge harcamalarına OECD ortalamasının tam 6 katı pay ayırıyor. Türkiye ise OECD ülkeleri arasında yapılan harcamalarda son 5 sırada yer alıyor.
Önümüzdeki günlerde sürdürülebilirlik gündeminin ekonomi ve istihdam üzerindeki etkisinin artacağı aşikar. Biz de ülke olarak sürdürülebilirliği sadece bir iletişim ve reklam stratejisi olmaktan öteye geçirmek durumundayız. Başta inşaat, enerji ve lojistik sektörleri olmak üzere yeşil dönüşüme yönelik kamu teşviklerinin artırılması iyi bir başlangıç noktası olacaktır.