Geçtiğimiz günlerde çocukluk arkadaşımın babasının acilen üniversitemize kaldırılması ve bir ay süren yoğun bakım ve servis sürecinden sonra hakkın rahmetine kavuşması üzerine Denizli Gazetesi’nde bir yazı yazmıştım. Yazım nedeniyle beni arayanlardan ve bilhassa rahmetlinin evlatlarından aldığım geri dönütlere göre, sadece kendi duygularımı değil, başta rahmetlinin ailesi olmak üzere insanımızın duygularını dile getirmiştim. Yazımdan birkaç paragraf paylaşayım;

“Gerek yoğun bakımlarda, gerekse serviste ziyaret ettiğimde bilinci açık olduğu için hem ilgimize müteşekkir, hem de düştüğü haller için üzgündü. Bu nesil hastalarda muhteşem bir tevekkül vardır. Ölümü kabul eden ve hatta isteyen bir hal diye özetleyebileceğimiz bir hal ve tavır. Ondan geldik ona gidiyoruz der gibi; her nefis ölümü tadacaktır der gibi; yeterince yaşadık, göreceğimizi gördük, evlatlara yük olmadan der gibi…

bana sorarsanız Enver amcamızın dilediği oldu ve vakitlice, evlatları ile hasret gidererek, dostları ile vedalaşarak ahiretin yolunu tuttu. Güzel evlatlar yetiştirmişti, onların dünyadaki varlığı, kendisinin varlığı gibi olacak diyebiliriz. Onlarda babalarının son günlerini huzur ve huşu içinde geçirmesini sağladılar. Ellerinden geleni fazlası ile yaptılar, Enver amca hakkını helal etmiştir ben şahidim, Allah’ta şahittir.

Yazımın başında da söylediğim gibi; bir nesil göçmeye hazır bir şekilde imanını, amelini ve taksiratını yanında taşır. Dünyevi olanın sonlu oluşundan, uhrevi olanın sonsuzluğuna uçmaya hazırdır, Allah bizlere de nasip eder inşallah…”

Tweet aleminde takip ettiğim Prof Dr Dilek Dai Özcengiz hoca, aşağıdaki paylaşımı yapınca yazımı bir kere daha hatırladım ve üzerine birkaç söz söyleme ihtiyacı hissettim;

“Hekim özellikle çaresiz hastalıkların son süreçlerinde hastaya konfor sunmalı, ızdırabını azaltmalıdır. Bu durumdaki hastalarda yapılan her tedavide yaşamı mı uzatıyor yoksa ölümü mü zorlaştırıyor sorusu sorulmalıdır. Doğal ölümü istemek bir tercihtir, ötanazi ile ilgisi yoktur.”

Dilek hocayı, kimi, “çıkmayan candan umut çıkmaz” diyerek eleştirmiş, kimi de “sakın beni yoğun bakıma yatırmayın” vasiyeti ile hak vermiş. Her iki tarafta Dilek hocanın ne demek istediğini anlamamış diyeyim ben size;

Yoğun bakım hizmetleri ve süreçleri önemlidir, gereklidir, hayat kurtarıcıdır. Yoğun bakıma yatan hastaların neredeyse yarısının kaybedilmesi, ve hatta hayatı kurtulanların bir kısmının yatak bağımlısı olması, bu hizmetin önemini ve gerekliliğini zerre kadar azaltmaz. Yoğun bakım süreçlerinin sonunda hangi hastanın yürüyerek hastaneden çıkacağını bilemeyiz. Tüm yoğun bakım hastalarına itina ile bakılır ve bir gün hastaneden yürüyerek çıkması umut edilir. Yatağa bağımlı olanları ise, kimi aileler, “nefesi yeter” denilen bir sevgi ile karşılanırken; kimi aileler ise, “kim bakacak, sadece hastanın değil ailenin de tüm hayatı ve planları yatağa bağımlı hale geldi” diye karşılanır.

Şu da bir gerçek ki, biz hekimler bazı hastaların yoğun bakım süreçlerinden sağ çıkmayacağını biliriz; çıksa bile kısa sürede geri döneceğini biliriz; o hastanın hayatının sonlarını yaşadığını biliriz. Bu bilgi üzerinden nasıl bir karar verilebilir. Burada bir anımı paylaşmak isterim;

Bundan 36 yıl önce Cerrahpaşa hematoloji kliniğinde stajerim. Lösemi hastası olan bir amca yatıyor ve hastalığı tedavilere yanıt vermiyor. Bir gün kötüleştiği haberi gelince servisteki Doçent, Uzman, asistan odasına yığıldık ve hasta yakınlarını odadan çıkardık. Hastanın nabzı tutuldu, bir süre sonra atmaz oldu, dışarı çıkıldı ve kapıda bekleyen eşine başınız sağ olsun denildi. Kadının söyledikleri hala kulaklarımdadır;

“Doktor hanım biz inançlı insanlarız, biz amcanın öleceğini biliyorduk, ne olurdu siz bize müsaade etseydiniz de, biz onun son anlarında bi dua okuyup, bi dudaklarını ıslatsa idik. “

Türkiye’de hekimlik uygulamaları o günden bu yana çok değişti. Bugün aynı tablo olsa, o hastaya 30 dakika yeniden canlandırma kuralları uygulanır. Yani kalp masajı yapılır, ilaçlarla tekrar çalışması sağlanır, solunum makinasına bağlanır ve yoğun bakıma alınır. Artık birkaç gün mü, yoksa birkaç hafta mı yaşar bilemem ama büyük ihtimalle hasta yine kaybedilirdi. Bu durumlarda, ne yapmalıyız sorusuna zaman zaman bende muhatap oluyorum. Bu sorulara cevabım hekim olarak ayrı, insan olarak ayrıdır.

Hekim olarak; hastanın yaşayacak bir dakikalık ömrü varsa bunun için gayret sarf etmek, bilgisini ve imkanlarını kullanmak hekimin görevidir. Bunun acabası, şüphesi ve tartışması olamaz. Hekim yaşatmak için gereğini yapmaktan mesuldür, ne hasta adına, ne de hasta yakınları adına karar veremez.

İnsan olarak; hasta kaçınılmaz bir şekilde kaybedilecek ise, hastanın evinde, eşi dostu, sevenleri ve sevdikleri ile vedalaşacağı bir ortam uygun olabilir. Bunun istisnai hali dayanılmaz ağrıların olmasıdır. Kimi hastaların ağrıları, ev ortamında verilen ilaçlar ile geçirilemez. Bu hastaların tıbbi gözetim altında konfor sağlayıcı uygun tedavileri almaları gerekir. Yani bu hastalar için hastane ortamı kaçınılmazdır.

Sonuç olarak hasta benim alanımda ise hekim olarak davranırım, hasta alanım dışında ise insan olarak tavsiyede bulunurum…

Fikirlerimizi yaşadıklarımız eşliğinde yazıya dökerek, insanımızın bilgiyle; ne istediğini ve neye ulaşabileceğini ya da ulaşamayacağını bilerek hareket ettiği, huzurlu bir toplum inşasına yardımcı olmaya çalışıyoruz ama;

Seksen yaşında, yoğun bakımda yatan, kanser hastası babası neden ödü diye servisi dağıtanları görünce; hele bunların son on yılda ortaya çıktığını gördükçe, boşa kürek çekiyoruz diye düşünmeden edemiyoruz…

Demem o ki; tıp öyle gelişti ve insanoğluna öyle imkanlar sundu ki, ortalama insan ömrü yüz yıl öncesine göre neredeyse iki kat arttı. Sağlıklı olmanın tanımını insanın bedenen, ruhen ve sosyal yönden tam bir iyilik hali olarak yaptığımıza göre; tıp bedenin sağlığı konusunda üstüne düşeni yaptı. Ruhen ve sosyal yönden iyilik hali ise eğitimin konusu. İşte orada sınıfta kaldığımız söylenebilir. Zamanla kaybolan hasletlerimize baktıkça, yerimizde saymamız bile yeterli olabilirdi diye düşünüyorum…