Sonunda olacağı buydu. Çocuklarımız okullara bişeyler öğrenmeye değil de diploma almaya gidiyor diye hayıflanırken, onları eğitmeye öğretmeye talip olanlar da, akademik titrleri bilimle uğraşıyor olmanın bir neticesi olarak değil de, kariyer ve titr elde etmeyi öncelikli bir hedef olarak belirlediler. Ne demek istiyorum biraz açalım,
Üniversiteler bilimin aktarıldığı, üretildiği ve tekrar aktarıldığı kurumlardır. Bu süreç ile görevli elemanlara öğretim üyesi diyoruz. Öğretim üyeleri bu çabaları ile oluşan birikimlerinin bir sonucu olarak sırasıyla doçent ve profesör oluyorlar. Tekrarlamak gerekirse önce bir çaba ve buna dayalı birikim, sonra da bu birikimin değerlendirilmesine dayalı taltif var. Nihai sonuç olan profesörlük titri başlangıç safhasının amacı haline getirilir ise, yol ve yöntem de değişir gider. Şöyle açalım;
Profesörlüğün önceki safhası birikim olduğuna göre, bu birikime ulaşmanın pratik bir yolu olmalı diye düşünüldüğü andan itibaren işin içine öncelikle para karşılığı yazılan tezler, para karşılığı basılan yayınlar giriyor. Öyle ki, dayanılmaz talep karşısında bu para karşılığı birikim sağlama işi bir sektöre dönüşüyor. Yetmiyor sistem iyice arsızlaşıyor ve sektör kendi kendinin reklamını yapmaya başlıyor. Çünkü meydan boş, bu yöntem ile akademik basamakları ehliyetsiz, liyakatsiz ve hızlıca geçenlerin örnekleri gündelik hayatın bir parçası olmuş durumda. Önceleri bu süreç yapılan çalışmalara yardımcı olmak şeklinde yürürken, artık sizin için çalışma yapan ya da yapılmış gibi gösteren bir hale doğru gidiliyor diyeyim ben size. Dahası var;
Sonra bir bakmışız bu sektör örgütlü bir hal almış. Handiyse nitelikli dolandırıcılık denilen bir durum ortaya çıkmış durumda. Para ile tez yazanlar, para ile yayın yapanlar, düşünmüş taşınmış bu para içerde kalsın diye kendi basımevlerini ve kendi dergilerini oluşturmuşlar. Bu dergilerin yayın sorumlularını ve kurullarını kendileri gibi sözde bilim insanları ile doldurmuşlar.
Diğer bir kolda kendilerinden olanların işini kolaylaştırmak için sen ben bizim oğlan bir dergi oluşturmuşlar, kendileri pişirmişler kendileri yemişler. Her iki halde de, bilimsel olduğu iddia edilen çalışmaların bir değerlendirme sürecinden geçiş aşamasının bir formaliteye dönüştürüldüğünü ayrıca belirtmeye gerek yok sanırım.
Olaylar ve olgular öyle fütursuz, destursuz gidiyor ki, ne desen gideri var, ne yazsan basılıyor derken, hedef odaklı sözde kurumsal yapı, bilimin kuralları içinde kalmak gibi bir dikkati ve kaygıyı da üzerinden attığının farkına bile varamıyor. Güncel örneğimizde bu durum, bilimsel olarak Otoimmun olduğu bilinen MS hastalığının Allah’tan geldiğini iddia etmeye kadar varıyor. Farkında olmadan diyorum çünkü, bu iddia kamuoyuna mal olup eleştirilince makalenin ve iddianın arkasında durulmuyor ve makale acilen yayından çekiliyor.
Şimdi bu üniversite sisteminin neresinden tutsak elimizde kalır. Yıl 1992; 10 yeni üniversite ve tıp fakültesi kuruldu. İlk aklıma gelen soru şu oldu. Bu kadar üniversiteyi donatacak öğretim üyesi var mı? Dikkat edin sorumun muhatabı üniversite sınavlarında ilk 5000 e girerek hekim olmuş, daha sonrada TUS sınavı ile ilk 500’e girerek ihtisas yapmış bir kesimden bahsediyorum. Yani öğrenme kabiliyeti bakımından hiçbir sorunu olmayan 500 kişinin tamamımın akademisyen yeterliliğinde olamayacağından hareketle söylüyorum.
Sonra on yılda bir 10 üniversite açılan yıllardan, yılda on üniversite açılan yıllara evrildik. Niceliksel artışı bir gelişme olarak sunduk. Ee bu kadar üniversiteye bi o kadar akademisyen lazım. Bu ancak akademik altyapısı, birikimi, sabrı ve yeteneği, kısacası liyakati olmayan insanların önünün açılması ile olur. Nitekim öyle de oldu. Bizde bilim, ne toplum, ne de bilim içindir. Niceliği artırmayı önceleyen ve yeterli gören bir anlayış ile, hedefi profesörlük olan bireysel çabaların örtüşmesi neticesi, akademi içerden çürürken, içerden çürüyen ağacın bir süre daha yaprak ve çiçek açmasına aldandık gitti.
Şimdi gelinen noktada sap saman birbirine karışmış, ehliyetsiz kişiler karar ve imkan mercilerine doluşmuş, çürümüş bir sistemin çökmesini önlemek için mesela üniversitelerin bir kısmını kapatmak, ya da en azından öğrenci alımını durdurmak gibi radikal tedbirlere başvurmak dışında bir alternatif kalmadığı yerdeyiz.
Siyaseten bu mümkün olmasa bile, işin içindekiler olarak biz akademisyenlerin, çaresizliğin suskunluğuna bürünmelerini kendi adıma kabul edemediğimden bu yazıda ve önceki yazılarımda olduğu gibi söylenip duruyorum vesselam…