Devletin kurucu partisi CHP’nin iktidarın bir parçası olduğu bir ortamda, devletin gözü önünde gerçekleşen bu katliam için, her bir Türk ferdi olarak kendimize bir sorumluluk ve suçluluk payı çıkarmamız gerekiyor. Bu düşüncem olayın gerçekleştiği gün için de, bugün içinde böyledir. Ama zamanla değişen düşüncelerim de var benim. Öncelikle, o günlere bir gidecek olursak;
Hint asıllı İngiliz yazar Selman Rüşti “Şeytan Ayetleri” adını verdiği bir kitap vasıtası ile İslam tarihinin pek bilinmeyen tartışmalı bir olayını gündeme getirerek Müslümanları tahrik ediyor. Yeni iş başına geçen İran rejimi bu bulunmaz fırsatı kendi iktidarını sağlamlaştırmak için kullanmak üzere harekete geçiyor ve Rüşti hakkında ölüm fermanı vererek olguya çatışmacı bir anlam yüklüyor. Bu durum bizim dışımızda gelişen bir olay şeklinde sürebilirdi ancak Aziz Nesin buna müsaade etmiyor ve bu kitabın tercümesini yaparak Müslüman Türk toplumundan, ki buna mütedeyyin olanlarda dahil bir tepki görüyor. Bu tepki ortamında yapılan Sivas Pir Sultan Abdal şenliklerine gitmemesi gerektiği gibi bir durum oluşuyor. Nesin bu tepkiye kulak asmıyor ve Sivas’taki şenliklere gidiyor. Bu ülkenin provokatörleri, pusuda bekleyenleri eksik olmadığından ve sicilinde Çorum, Maraş gibi provokatif katliamların bulunması, olacakları önceden söylüyor. Nitekim provokasyon gerçekleşiyor ve 33 aydınımız yakılarak katlediliyor. Şimdi soru şu; Ey Nesin değdi mi!?
Olayın sıcak olduğu yıllarda ben dahil toplumun çoğunluğu bu olaydan Nesin’e pay çıkardı. Ben Nesin’den sonra izlediğim ve gözlediğim başka örneklerle birlikte artık şöyle bir kanaate varmıştım. Levent Kırca, Metin Akpınar, Müzdat Gezen, İlyas Salman örneklerinde görüleceği üzere, bazıları sanata dair üretim bitince, toplumun sinir uçların kaşımaya başlıyorlar. Sanata dair eylem bitince siyasete dair eylem başlıyor. Bunun sebebi de populeritenin düşmesine meydan vermeme gayreti olsa gerek diye düşünüyordum ama artık değil. Olayın yıldönümünü yaşadığımız şu günlerde bende değişen nedir?
Aydınların toplumun ezberlerine dokunmak ve toplumu uyandırmak gibi bir görevi vardır. Şuracıkta belirteyim ki aydınlar doğrusunu bilir ve söyler gibi bir iddiam yok. Söyledikleri tamamiyle mesnetsiz olsa bile toplumu düşünmeye ve araştırmaya teşvik edici olması yeterli. Bugünden bakınca Şeytanca Ayetler kitabında tahrik olacak bişey göremiyorum. Öğretilerin karşı söylemleri tu kaka yapmak yerine, kendi sağlamlıklarına yaslanmaları gerektiğini düşünüyorum. Bugün böyle düşünüyorum çünkü;
Sosyal medyada ateist ve deistlerin Kuran ve Hadislerin hemen her cümlesine dair söylediklerini okuyoruz. Bazıları şeytanca ayetler kitabında yazanlardan çok daha ilerde iddialar olduğu halde toplumun bu duruma bir tahammül içinde olduğunu görüyorum. Bu tahammülü, yani bu iddiaların birilerine saldırı vesilesi yapılmamasını anlıyorum ancak kayıtsız, yani bilgi ve fikir bakımından karşı söylemlerin olmamasını, yani cevapsız kalınmasını yadırgadığımı söylemeliyim. Bu konu üzerinde biraz durmak gerekir;
İslami kesimin maddi ve manevi hemen her imkana sahip olduğu son yıllarda, toplumun daha huzurlu, daha müreffeh, daha namuslu, daha dindar olduğunu iddia etmek mümkün değil. Aksine ateizm ve deizmin arttığı gibi gözlemler var. Böylesi bir ortamda ortalama Müslümanın mahcubiyetten kaynaklanan bir atalet içinde olunmasını anlayabiliyorum. Ancak isimlerinin önlerine ilahiyatçı sıfatı konulan kişilerin suskunluğuna şaşırıyorum. Onların sosyal medyadaki iddialara açıklayıcı bir karşılık vermeleri gerekmez mi? Bunu kendilerine de soruyorum, yoldan çıkanların muhatap alınmasının anlamsızlığını anlatmaya çalışıyorlar. Ama sosyal medyada muhatap sadece sözün sahibi değil ki, hemen hemen toplumun tamamı. Bu iddialar merak içindeki Müslümana yönelik açıklama için bir vesile olarak değerlendirilmesi gerekmez mi?
Konumuza geri dönecek olur isek, aydın veya entellektüellerin toplumun ezberlerine dokunmak gibi bir görevleri vardır. Bunun için zaman ve zemin beklenmez. Şimdi soru şu; bu önerme dünde geçerli miydi, yoksa değişen ve gelişen toplumun bir göstergesi mi?