İrlanda yolculuğu aylar öncesinden başladı diyebilirim. Neydi o vize için istenen evraklar, doğrusu caydırıcı bir liste idi. Ben de gitmekten vazgeçmiş ve kendime şöyle bir gerekçe oluşturmuştum; Birbirine benzeyen Avrupa ülkelerinden biri olan İrlanda’yı ve birbirine benzeyen Avrupa kentlerinden biri olan Dublin’i merak etmediğime göre, bu kadar nazı çekmemek konusunda kendimi rasyonelize edebilirim. Öyle düşündüm ama öyle olmadı;

Neticede alalade bir kongre katılımcısı olmaktan ziyade Ulusal KBB derneğini temsil ediyor olmak, önümüzdeki Dünya KBB kongresinin İstanbul’da yapılacak olması gibi sebeplerle, Derneğimizi genel sekreteri beni ikna etti ve düştük yola;

Aldık vizemizi bindik uçağa. İnsan bi baştan bir başa Avrupa’yı uçaktan seyretmek güzel olur diye düşünse de, geriye bi kıvrım kıvrım akan Tuna nehrinden başka bişey kalmıyor. Ha bi de tam üzerinden geçtiğimiz için Budapeşte. Türkiye hem hava, hem orman, hem tarla olarak nasıl yanıyorsa, İrlanda da öylesine serin diyeyim ben size. Sabahları taksi ile gittiğimiz 15 dakikalık kongre merkezinden yaya dönüşlerimizdeki gözlemlerime gelince;

Bu ülke kişi başına düşen 112 bin dolar, yani Türkiye’nin neredeyse 10 katı gelir ile dünya ikincisi. Böylesi bir ülkede evsizlerin olması, bunların ana caddelere serdikleri uyku tulumu ve çadırlarda yaşamaları garip gelmiyor artık bana. Bunların kat kat fazlası diyebileceğim ve bizim şarapçı diye nitelediğimiz “anı yaşayan” insanları da gözünüzün önüne getirin. Şimdi burada bir parantez açalım;

Pasvak olarak ihtiyaç sahibi insanlara eve teslim sıcak yemek işine başladığımızda, insanlara balık vermek yerine tutmayı öğretmek lazım özdeyişi eşliğinde hem dışarından, hem beynimden eleştiriler almıştım. Ama yapılan hizmet bana kısa sürede gösterdi ki, toplumun bir kesimi, her zaman, bırakın kazanmayı, para ve iaşeyi ocağa koyup sıcak yemeğe dönüştüremeyecek kadar düşkün olacaktır. Burada kastettiğim sadece yaşlılık ve malullüğe bağlı düşkünlük değil, aynı zamanda mental ve ruhsal düşkünlüğü kastediyorum. Bir hekim olarak diyorum ki, insanların bir kısmı parasını, zamanını, kendilerini yönetemezler; bırakın para kazanacak bir iş yapmayı, ellerindekini bile harcayamazlar. İşte bu insanlar her zaman önlerine konulacak lokmaya muhtaç olacaklardır. Toplum ne kadar müreffeh ya da yoksul olursa olsun…

Şu sıralar ülkemde sürekli artan yabancılardan rahatsısız ya, Avrupa ile yapılan geri kabul anlaşması eşliğinde düşününce insan Türkiye’den Avrupa korunaklı kale gibi görünüyor. Ama buraya gelince öyle olmadığı görülüyor. Diğer pek çok Avrupa ülkesinde olduğu gibi, İrlanda da yabancı kaynıyor. Bizim rast geldiklerimiz daha çok Hintli, Pakistanlı, Afganlı ve çoğusu da Müslüman. Ya bu insanlar bir adaya, hele yaşadığım vize süreçlerini de düşünürsem, nasıl ulaşmışlar benim aklım almıyor. Soruyoruz öğreniyoruz; önce İngiltere’ye geliyorlar, sonra oradan İrlanda’ya geçiyorlarmış. Yani ortada kolaylaştırıcı bir yol yolak var gibi. Böyle bakınca, zihnimizde, refah toplumlarına doğru olan insan göçü konusunda üzerine düşeni yapmadığını düşündüğümüz Avrupa’ya karşı, en azından bazı ülkelere karşı bir haksızlık var gibi. Onların bizden farkı bu yabancıların hemen hepsinin hizmet sektöründe istihdam ediliyor, yani başı bozuk ortalıkta dolanmıyor olmaları gibi geldi bana.

Dört bi tarafı deniz ile çevrili, yani balıktan yana zengin olması gereken bir ülkede balık çeşitlerinin bir iki balık ile sınırlı olması ilginç. Restoranlarda önünüze gelen menü, marketlerin balık reyonları ile aynı. Peynirin ülkesi Hollanda dahil hemen her Avrupa ülkesinde olduğu gibi, kahvaltıda verilen peynirin çeşidi de iki ile sınırlı ve arada bir teke düşmesi olağan bir hal. Bizdeki en az 15 çeşit peyniri ile her şey dahil bolluğu, yabancılara Türkiye’de bi kongre olsa da girsek dedirten cinsten. Bazan kimin daha zengin olduğu ile ilgili olarak kafam karışıktır benim…

Kongre şehri Dublin’den trenle şöyle bir kırsala uzandık ki, bu bizi Dublin’i gördüm demenin ötesine, İrlanda’yı gördüm demeye taşıdı. İrlanda’yı da bir cümle ile özetleyelim de kongre izlemlerine geçelim. Sürekli yağan yağmurun yeşile bürüdüğü, açık deniz tarafında rüzgarın ve yeldeğirmenlerinin, kıyılarında gelgitlerin şekillendirdiği, yapıların olduğu gibi korunduğu, kiliselerin çokluğundan dindar olduklarını sandığım, serin bir ülke. Medeni Avrupa’da atların faytonlara koşulduğunu görmek de şaşırtıcı oldu doğrusu.

Gelecek Dünya Kongresi 2026 da İstanbul’da yapılacağından, İfostanbul adını verdiğimiz kongremiz için bir tanıtım standımız vardı. Nabız yoklamalardan anladığımız, oldukça geniş bir katılımın olacağı yönünde. Avrupa KBB Kongresine 3 000 rakamını biraz aşan katılımcı sayısına karşılık, kongre merkezinin salonlarının kapasitesinin yetersiz kalmasını bir kenara not edelim ki, aynı durumla biz de karşılaşmayalım. Gerçi İstanbul’un cazibesi katılımcıların bir kısmını salonlardan uzak tutacaktır ama.

Batının firması da, akademisyeni de üretimden ve üretimin bir yerine eklemlemekten kazanıyor. Bizim ülkemizde ise hepimiz tüketimden kazanıyoruz. İthal ediyoruz, pazarlıyoruz, pazarlanmasını kolaylaştırıyoruz diye giden bir süreç. Bu düşüncemi şöyle somutlaştıralım;

Türkiye’de yapılan kongrelerde sponsor firmalar ya yabancı firma temsilcisi, ya da ithalatçı oluyor. Birkaç tane de yerli üretici firma oluyor. Firmalar pazar paylarına paralel kongrelere destek oluyorlar. Böyle olunca da en büyük tüketim kalemini oluşturan ilaç firmaları çoğunlukta oluyor.

İrlanda’daki Avrupa kongresinde gördüğümüz ise standların hemen hepsinin cihaz ve sarf firmalarından, bir başka ifade ile teknoloji firmalarından oluştuğu şeklinde idi.

Özetin özetine gelecek olursak, Avrupa tasarruf, verimlilik, üretim üzerine kurulu bir dünya, Türkiye harcama, israf, tüketim üzerine kurulu bir ülke. Bu ne kadar böyle sürer, ömrümüz olur ise yaşayıp göreceğiz…